Güneş batarak gökyüzüne yavaşça veda ederken köydeki evlerin bacalarından yükselen dumanlar akşam yemeği hazırlıklarını işaret ediyordu. Köy halkı, her gün olduğu gibi bir araya gelmiş; türküler eşliğinde, geleneksel kıyafetleri içinde hayatın güzelliklerine şükrediyorlardı. Her sabah güneşin doğuşuyla kendini toprağın kucağına bırakan, çalışmayı ibadet sayan, toprağı en sadık dost bilen bu köy ahalisi mutluluk ve uyum içerisinde yaşıyordu. Aşık Veysel’i bağrına basan bu toprakta, bu köyde yaşayan bir genç olan Kemal köy ahalisinden biraz farklıydı. O Aşık Veysel’in izinde adeta bir sazın nefes aldığı, ezgilerin dans ettiği bir varlık gibiydi.
Kemal'in yaşamı, babasının öğretisiyle sazın büyülü dünyasına ilk adımını atmasıyla başlamıştı. Elleri, o küçük tellere dokunduğunda ruhu bir çalgının içine sızdı ve bir ezgi doğdu. Köy halkı, Kemal'in yeteneklerini keşfettiğinde onun müziğine hayran kaldı. Ancak, Kemal'in içinde bir sevda vardı ki, tıpkı Aşık Veysel'in türkülerindeki gibi hüzünlüydü. Leyla...
Leyla, Kemal'in çocukluğunun güneşiydi, ayıydı. Buğulu camların şahitliğine az mı bırakmıştı sevdasını Kemal? Akşamları hüzün deryası, gündüz bir heyecan, bir bahar muştusu kaplardı gönlünü. Leyla da seviyordu Kemal’i ancak umut ve gerçek girdabında prangalarına mahkûm gibiydi. İşte bu girdaplardan gerçeğin pençesinde, ailesi onu, eğitimini tamamlaması ardından da iş bulması için şehre göndermişti.
İki sevgili, mektuplar ve ara sıra gelen ziyaretlerle bağlarını sürdürmeye çalışmışlar ama zamanla gözden ırak olan gönülden de ırak olmuş, mesafeler kalplerini yavaşça ayırmaya başlamıştı. Geçen zamanın hükmüne istemeseler de boyun eğmişler ve gönüllerine nakşettikleri sevdalarını bir süreliğine uyutmuşlardı.
Bir gün, köyde büyük bir müzik yarışması düzenleneceği havadisi yayıldı. Kemal, bu yarışmanın kaderini değiştirebileceğini hissetti. Ancak seçim yapması gereken önemli bir detay vardı: Hangi türküyü seslendirecekti?’’ Evet, hangi türkü?’’ diye düşündü. Aşık Veysel’in türküleriyle çınlattığı, zamanında Aşık Veysel’in yurdu olan bu topraklara yakışır bir türkü seçmeliyim diye düşündü. Uzun İnce Bir Yoldayım...
Yarışma günü gelip çattığında, köy meydanı izdiham içindeydi. Kemal, sahneye adım attığında, sazının tellerine dokunarak Aşık Veysel'in türküsünü seslendirmeye başladı. Nağmenin içindeki hüzün, izleyicileri derinden etkiledi. Nota nota, söz söz, Kemal'in içindeki duygu seyircilere dokundu. Gözleri, Leyla'nın hayaliyle parladı ve bu parıltı, onun için yaşamın en değerli hazinesiydi. Gözlerindeki ışık, Leyla'nın sevgisiyle büyüttüğü bir ateşi simgeliyordu.
Yarışma sona erdiğinde jüri Kemal'i birinci ilan etti. Köy halkı coşku içinde Kemal'i kucakladı. Ancak Kemal'in içindeki boşluk Leyla'nın hâlâ uzaklardaki şehirde olduğu gerçeğiyle doluydu. Ödüllerini bir kenara bırakan Kemal, sazını eline aldı ve "Uzun İnce Bir Yoldayım"ı bir kez daha çalmaya başladı.
Yıllar geçtikçe Kemal'in müziği köyün sınırlarını aştı. Şehirler, ülkeler, insanlar, hepsi onun ezgisiyle sarmaş dolaş oldu. Kemal, her zaman Aşık Veysel'in izinden gitmeye devam etti. Leyla, uzaklardan geçen yılların ardından sevgilisi Kemal'in köyüne geri dönmüştü. Şehir hayatının karmaşasında kaybolan bir parça gibi hissettiği ruhu, köyde bulduğu ezgilerle yeniden bütünleşti. Gözleri, Kemal'in sazının sesinde kaybolurken uzaklarda geçen zamanın izleri yavaşça silindi. Artık sevgiyle örülü bir hikayenin içinde, huzurlu bir yaşamın başlangıcındalardı.
Kemal ve Leyla, birlikte geçirdikleri yıllarda Aşık Veysel'in türkülerini yaşattılar. Köyleri, onların aşkı ve müziğiyle dolup taştı. Her akşam, gökyüzündeki hilalin altında, Kemal'in sazının ahengiyle köyde huzur vardı çünkü Aşık Veysel'in izindeki bu yaşam, bir notanın dünyaya nasıl anlam kattığını gösteriyordu ve bu hikaye; müziğin ve aşkın, insanın en derin duygularını nasıl bir araya getirebileceğini anlatarak yıllarca yaşamaya devam etti.
Uzun ince bu yolda, Veysel’in doğduğu topraklarda Veysel’in notalarında kenetlendi Kemal’in ve Leyla’nın elleri bir daha hiç ayrılmamacasına…