Zaman; demir bir örsün üzengiyi dövdüğü gibi vura vura şekillendirirmiş insanı. Her vuruş yürekten bir şeyler koparır, kimi yüreklerle rastlaşmaya vesile olur, kimi yüreklerle vedalaşıp dümenini kendi denizine yönlendirirmiş insanın. Her vuruş bir başka beni ortaya çıkarırmış. Her vuruş yeni bir merhaleye geçişmiş ömür denizinde. Her vuruş yeni bir iz, yeni bir an, yeni bir anı olarak tezahür edermiş insana ve insan böyle böyle büyür, böyle böyle olgunlaşırmış.
En sert vuruşlardan, en büyük olgunlaşmalardan biri de gurbetmiş meğer. Memleketinde doğup büyümüş, bütün hayatı buradan ibaret olmuş, ailesinden, sevdiklerinden ayrılmamış biri için örsün üzengiye dokundurduğu en acı darbelerden biriymiş gurbet.
Gurbet insanın gönlünde meçhule uzanan sonsuz bir boşluk, yüreğinin kuytularında pare pare büyüyen bir yaraymış. Gurbet; yaşanmışlıkların, dile gelmeyen sevdaların, çocukluğun, anıların tüm sırrını ve özlemini bünyesinde barındırırmış. Anlam kazanırmış insanın memleketinde sıradan, önemsiz gibi görülen ayrıntılar. İnsan suyun akışına, gecenin karanlığına, hatta zoruna bile hasret kalırmış memleketine dair ne varsa.
İnsan hayatın zorluğunu, mücadele etmeyi, ayakta kalabilmeyi, bir birey olarak var olabilmeyi gurbetle tecrübe eder, sorunlarla yalnız başa çıkabilmeyi gurbetle öğrenirmiş. Kendisini idare etmeyi, maddi ve manevi özdenetimini yapmayı, içtimai hayatın tam da ortasında zamanla kavrar ve bunlara alışmaya çalışırmış. O andan itibaren başını yastığa her koyduğunda, yolda yürürken, yemek yerken, yağmurda ıslanırken, akıp giden hayatı izlerken hayata tutunmaya çalışan tek kişilik bir aile oluverirmiş. İnsan; adına gurbet dediği bu sert fırtınada yüreğinde perçinlenen özlemiyle, alışma gayretiyle, kendisine verdiği tesellilerle günbegün olgunlaşır, buna mecbur kalırmış.
Lâkin bunca yükü sırtlamanın, büyük mücadelelerin ve çekilen zorlukların ekmek davasının da dışında bir sebebi vardır elbet: bu kubbede hoş bir sada bırakmak, bırakabilmek, bunun için gayret göstermek, yarınlara sesinin yankısını ulaştırabilmek. Bunu yapabildiğimiz, yapmaya gayret gösterdiğimiz vakit iyi bir insan, iyi bir Müslüman oluyoruz aslında. Çünkü ideallerimiz, hayallerimiz için seferber olmak gerek, bir yerlerde bizi bekleyenlere ulaşmak gerek, bu memlekete ve insanlığa olan borcumuzu ödemek gerek, bu dünyaya iyilikle dokunmak, iyilik bırakabilmek gerek, kamburu çıkmış dünyayı sırtlamak gerek.
Nazım Hikmet’in “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” şiarını ilke edinip karanlıkları aydınlığa çıkarmak, çorak insanlığımızı yeşertmek için birilerinin, bizlerin tabiri caizse yanmamız, yarınları inşa etmemiz velhasıl Necip Fazıl’ın da dediği gibi kim var denildiğinde sağa sola bakmaksızın “ben varım” diyebilmemiz gerekir.
Bunca sorumluluk ve ideal için belki de insanın memleketinden ailesinden, çocukluğundan, anılarından kilometrelerce ötede gurbet denen acıyı deneyimlemesi, konfor alanından feragat etmesi, hayata karşı direnebilmesi, yarınlar için nefsini zorluklarla terbiye etmesi önemli, bir o kadar da kıymetlidir.
Başta dikenlerle dolu olan gurbet hayatı, ince ince sızlar gönülde. Ancak yolda yürüdükçe sizinle aynı idealleri taşıyan, derdi dünya olan, gönüller yapmayı yoluna ışık kılmış insanlarla rastlaşır; sıla hasretini biraz olsun dindirirsiniz. Sonra bir bakmışsınız diken dolu yollarda güller açmış. İşte o zaman anlarsınız ki gurbet; aslında insanın kendini ait hmediği yerdir biraz da. İşte o zaman idrak edilir ki insan memleketindeyken de tüm zaman ve mekânlardan soyutlanarak koca bir buz dağı misali yaşarmış gurbeti, başka bir memleketin ortasındayken de içindeki gurbet hissiyatını dağıtan yüreklere sığınır, kendini memleketinde hissedermiş.
Hâsılı; gurbet insanın yüreğinde gizliymiş. Ve bu dünya hayatı, gurbetlerin en büyüğüymüş herkesin mutlaka asıl memlekete erişeceği…
Beni bugün bulunduğum konuma taşıyan, bana hayatı öğreten, beni ben yapan memleketime, memleketimin güzel insanlarına selam ile…