Bir fiil varsa mutlaka bir faili, bir sanat varsa mutlaka bir sanatkârı olmalıdır. Olimpos’tan Zeus’un sakladığı ‘bilgelik ateşini’ çalıp insanların hizmetine sunan titan Prometheus gibi değil midir sanatçı? Kerbela'yı andıran ateşli bir kâinatın ıstıraplarını beyitleriyle insanlığa ulaştıran bir Fuzuli, anlaşılması zor diye tasvir edilen bir Necip Fazıl... Bize benzeyip aramızda yaşayan ama Olimpos’a ya da Anadolu'ya ait olan özge bir erdir. İster Prometheus gibi isyan, intikam duygularıyla çaldığı ateşle koşsun insanlığın yardımına, ister Mevlana gibi Mesnevi’sini sunsun, fark etmez. Çünkü o, aslı ütopyada var olan ya da ruhu Tanrı’da yaşamaya devam edendir.
Peki, sanat mıdır sanatçının hayatını taklit eden yoksa hayat mıdır tam tersini gerçekleştiren? Bilinçli bir şifa girişimi midir sanat, sanatçının kendi yaralarını bir metin üzerine yatırdığı yoksa bir binek midir yazarın iç dünyasının nereye isterse oraya sürdüğü? İnsandır, ressamın fırçasındaki bembeyaz sayfalara ilham olan. Sanatçı; bir insan, bir tip yaratmaya kalkar siyahın en güzel tonuyla. Ruh verir ona özgürlüğün temsili gökkuşağı renkleriyle. Bir de kaderini çizer görünmez beyaz boyasıyla. Yaratmak... Bir insan yaratmak...
“Bir adam yaratmaya kalkıştım. Ona bir surat ve kader bulmak...” (Bir Adam Yaratmak’tan)
Sonra sanatçı fark eder ki karşısındaki bir tuval değildir bir aynadır.
“Kendimin dışına çıkmak isterken, kendime rast geldim.” (Bir Adam Yaratmak’tan)
Sanatçı yoktan var etme gücüne sahip değilse de var olandan bir oluş ortaya koyabilir, bir eser meydana getirebilir. Onun asli görevi, yaratmaktan çok yaratılışı göstermek, aktarmaktır. Tanrı insanı yarattı lakin insan nasıl yaratıldığını anlayamadı...
“Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık taslamalıymışım. Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkmalıymışım!”(Bir Adam Yaratmak’tan)
Aslında çoğu zaman tek bir hadise bile yeterlidir, sanatçının yaratmaya çalıştığı insanın ona çok uzak bir yabancı olduğunu, içine girmeye çalıştığı kalıbın aslında ona dar geldiğini anlaması için. Bu farkındalığa ulaştığında ise ömrün tesellisinden ziyade aklın büsbütün kaybedilmesi ihtimaliyle karşı karşıya gelebilse dahi.
Necip Fazıl’ın piyesi Hüsrev mesela… Yola çıktığı, tefekkür ettiği, htiği için varoluşa sinen endişeyi hisseden bir insandı. Varoluşun korkutucu düşünselliğin içinde kaybolmuş, sanatın dünyasıyla gerçek dünyası karşı karşıya kalmış. Hüsrev bir adam yaratmaya kalkıştı sonra, kendine bir o kadar yakın, bir o kadar da uzak. Esir edilmiş fikirler ve benliğe inat, sarmış bedenini yaşayan birinin sessiz ezgileri. Babasının kendini astığı incir ağacı... İnsanın yeryüzündeki macerasını özetleyen o müthiş diyalektik. İncir ağacı ona hem babasının varlığını hem de ölümünü hatırlatıyordur. Var olmak ve ölmek... Yaşam ve yokluk arası, yaratılan ile yaradan, eser ile müellif, güç ile güçsüzlük ve arayışlar karmaşasında beyhude bir yaşam... Düşünce dünyasının dış dünyada vuku bulmaması, deliliğe mi eşittir? Aklı yitirmek bir nevi kendini bulmak değil midir? Hüsrev yarattığı karakterin kendisi olduğunu fark etmemiş midir? Notre Dame’ın Kalburu’nda Victor Hugo, “Çirkinlikte varılan bu noktada utanç hissedilebilir bir şey midir?” diye soruyordu. Peki ya Hüsrev’in inançta geldiği bu noktada delilik yadsınabilir bir şey midir? Diğer insanlardan farklıydı. Ölümü içinde taşımaktaydı. Bir tuval ve bir fırça... Fırçalara bulanmış ölümün soğuk rengi Hüsrev’de lâller bırakıyordu.
Düşünmemeye çalışmak, bir çırpınış ve beraberinde bir kurtuluş…
“Allah gayedir. Her varılan şey gaye olabilir mi? Yollar uzun, yollar sonsuz, yollar açık... Bilerek bilmeyerek Allah’a doğru yol almak vardır, varmak yoktur. Varabildiğimiz hiçbir şey, hiçbir ufuk Allah değildir.” (Bir Adam Yaratmak’tan)
Bu vakitten sonra gitmek, kalmaktan daha iyi bir çözüm gibi geliyor Hüsrev’e. Kim bilir belki de bir incir ağacı olsaydı bulunurdu derde çaresi. Çünkü yaşanmışlıkları, hayalleri, çocukluğu, gençliği asılıydı o incir ağacının dallarında ve onu toprak hizasından, en dibinden kesti Osman.
“-Evladım, gitme! Gitme!
-Ne yapayım anne? Kestiniz incir ağacını.”
Aysel Tekin