Öğr. Gör. H. Feyyaz EBEOĞLUGİL - Farkında Mıyız?
Köşe Yazarı
Öğr. Gör. H. Feyyaz EBEOĞLUGİL - Farkında Mıyız?
 

Bir Medeniyetin İzdüşümü: Vakıflar

Kıymetli okurlarımız hepinize merhabalar. 2 Hafta süresince sizlere Türk Kültüründe önemli bir yer tutan ve İlk örneğini Hz. Ömer’in ortaya koyduğu önemli bir konuyu paylaşmaya çalışacağım. Arapça bir sözcük olan ‘vakf’; sözlük anlamı ile durdurma, hareketten alıkoyma, hareketsiz bırakma manalarına gelir. Ayrıca “tamamen verme, büsbütün verme” anlamını da içerir. İktisadi anlamda vakıf; kişisel çalışma ve gayretle elde edilen imkânların ve mal varlığının gönül rızasıyla paylaşılmasını öngören hukuki bir sistemdir. Vakıf, tarih boyunca süregelmiş yardımlaşma ve dayanışma duygusunun kurumsallaşmış halidir. O halde vakıf tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan bir sistemler bütünüdür. Tarihte ilk vakıf; Hazreti Ömer (r.a.)ın Hayber’in fethinden sonra ganimet olarak kendisine düşen bir arazinin satılmaması, miras bırakılmaması ve hibe edilmemesi şartı ile fakir, köle, misafir ve Allah yolunda olanların istifadesi için vermesi ilk vakıf olarak kabul edilmektedir. Vakıfların Anadolu’da hızla yaygınlaşıp önemli hale gelmesinde “sadaka, infak ve hayırda yarışma” ya teşvik edici mahiyetteki ayetlerin yanı sıra şu hadis-i şerifler etkili olmuştur. “Ademoğlu vefat edince ameli kesilir, ancak üç hususta müstesna: Sadaka-i cariye, faydalı ilim ve kendine dua eden hayırlı evlat” “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır. Malın en hayırlısı Allah yolunda harcanandır. Vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır.” Vakıfların Amaçları; Vakıflar, tarih boyunca hangi amaçlarla kurulmuş olurlarsa olsunlar, İslâm ve Türk dünyasında birbirinden önemli çok çeşitli hizmetleri üstlenerek, günümüzde modern devletin yapmakta olduğu çok sayıda kamusal görevi yüzyıllarca başarıyla yerine getirmişlerdir. Vakıflar, aynı zamanda, servetin zengin kesimlerden toplumun daha fakir kesimlerine doğru akışını önemli ölçüde gerçekleştirerek sosyal dengelerin kurulmasında ve sosyal bütünleşmenin sağlanmasında, içtimaî barışın sürekliliğinde, sınıf çatışmalarının önlenmesinde, kamunun hizmet taleplerinin yerinde karşılanmasında, siyasî ve ekonomik istikrarın sağlanmasında da merkezî yönetimlerin en büyük yardımcıları olmuşlardır. Vakfın özünde bulunan yardımlaşma ve dayanışma duygusu, Türkler’in İslamiyet öncesindeki geleneklerinde de görülen bir sosyal özellik olduğundan Müslüman olduktan sonraki dönemde de vakıf ve yardımlaşma anlayışı “Allah Rızasını” kazanma isteği ile çok daha güçlenerek, genişlemiştir. Bu durum; vakfın belirli toplulukları kapsamasından çok, bütün insanları, hatta hayvanları ve doğayı da içine alacak şekilde genişleyerek enginleşmesine vesile olmuştur. Türklerin, İslamiyet öncesinden gelen adet ve gelenekleri;  vakıf anlayışı ve kültürünün bir medeniyet haline gelmesinde önemli katkılar sağlamış, İslâmiyet ile birlikte bu altyapı, semavî değerler ve evrensel ahlakî ilkelerle inceden inceye işlenerek daha da geliştirilmiştir. Vakıfların hizmetlerinden veya menfaatlerinden yararlanabilmek için ne etnik ne dinî, ne de cinsiyet ve sosyal statü olarak bir ön şart aranmamış, hayır hususunda kesinlikle ayrımcılık ve bölgecilik yapılmamıştır. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı'ya kadar hiçbir devlet, dil, din, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan bütün halkının huzur ve mutluluğunu sağlayacak âdil devlet adamı prototipini ortaya koyan ve ülke kaynaklarının toplumun bütün kesimleri arasında makûl ölçülerde paylaşılmasına imkân sağlayan bir sistemi kurarak en müreffeh şehirlerin kurulmasını sağlayamamıştır. Bunun yanı sıra, vakıf kurumunun maddî-manevî kudretinden de tarihte hiçbir ulus Osmanlılar kadar yararlanamamıştır. Osmanlı insanının günlük hayatında hemen her gün karşılaştığı ve yararlandığı cami, medrese, hastane, han, hamam, köprü, çeşme, su tesisi, imarethâne gibi kamusal nitelikli kurumların neredeyse tamamı, padişahlar ve diğer yönetici zümreler ile bunların yakınlarınca hayrat olarak yaptırılmış, bunların hizmetlerinde sürekliliği sağlamak üzere gelirlerini temin eden kervansaray, bedesten, dükkan, bağ, bahçe gibi diğer mal ve mülkler de akar olarak vakfedilmiştir. Böylece yalnızca Allah Rızası için kurulan vakıflar ve vakıfların topluma sunduğu hizmetler yıllar hatta yüzyıllar boyunca yaşatılabilmiştir. Günümüzde modern devletin yüklendiği kamusal hizmetlerin neredeyse tamamı Osmanlı’da vakıflar eliyle yerine getirilmiş, sahip oldukları maddî imkânlara rağmen “hayr u hasenat kültürüne” katkıda bulunmayanlara cemiyet tarafından iyi gözle bakılmamıştır. Vakıflar kanalıyla, toplumsal servetin önemli bir bölümü, hukuken bir daha geri dönmesi mümkün olmayacak şekilde toplumun en zengin tabakalarından en alt tabakalarına ulaşacak şekilde; bir başka deyişle özel mülkiyete konu olmaktan çıkartılarak toplumsal mülkiyet kategorisine aktarılmıştır. Üstelik bu aktarımın, açık bir zorlama olmaksızın, gönüllü bir şekilde yapıldığı düşünüldüğünde, vakıf konusundaki şuurun ve duyarlılığın Osmanlı döneminde bütün medeniyetleri geride bırakan bir çıtaya ulaştığı görülebilir. Bundan dolayıdır ki Osmanlı medeniyeti, "vakıf medeniyeti" olarak nitelendirilmiştir.        Evliya Çelebi, XVII. yüzyıldaki Osmanlı vakıf eserler hakkında, "..ben elli yılda 18 padişahlık ve krallık yere seyahat ettim, hiçbir yerde bu kadar hayrat görmedim" diye yazacaktır. Sağlıkla ve sağlıcakla kalın.                                              
Ekleme Tarihi: 05 Mart 2021 - Cuma
Öğr. Gör. H. Feyyaz EBEOĞLUGİL - Farkında Mıyız?

Bir Medeniyetin İzdüşümü: Vakıflar

Kıymetli okurlarımız hepinize merhabalar. 2 Hafta süresince sizlere Türk Kültüründe önemli bir yer tutan ve İlk örneğini Hz. Ömer’in ortaya koyduğu önemli bir konuyu paylaşmaya çalışacağım.

Arapça bir sözcük olan ‘vakf’; sözlük anlamı ile durdurma, hareketten alıkoyma, hareketsiz bırakma manalarına gelir. Ayrıca “tamamen verme, büsbütün verme” anlamını da içerir. İktisadi anlamda vakıf; kişisel çalışma ve gayretle elde edilen imkânların ve mal varlığının gönül rızasıyla paylaşılmasını öngören hukuki bir sistemdir. Vakıf, tarih boyunca süregelmiş yardımlaşma ve dayanışma duygusunun kurumsallaşmış halidir. O halde vakıf tüm insanlığın mutluluğunu amaçlayan bir sistemler bütünüdür. Tarihte ilk vakıf; Hazreti Ömer (r.a.)ın Hayber’in fethinden sonra ganimet olarak kendisine düşen bir arazinin satılmaması, miras bırakılmaması ve hibe edilmemesi şartı ile fakir, köle, misafir ve Allah yolunda olanların istifadesi için vermesi ilk vakıf olarak kabul edilmektedir. Vakıfların Anadolu’da hızla yaygınlaşıp önemli hale gelmesinde “sadaka, infak ve hayırda yarışma” ya teşvik edici mahiyetteki ayetlerin yanı sıra şu hadis-i şerifler etkili olmuştur. “Ademoğlu vefat edince ameli kesilir, ancak üç hususta müstesna: Sadaka-i cariye, faydalı ilim ve kendine dua eden hayırlı evlat” “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır. Malın en hayırlısı Allah yolunda harcanandır. Vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır.”

Vakıfların Amaçları;

Vakıflar, tarih boyunca hangi amaçlarla kurulmuş olurlarsa olsunlar, İslâm ve Türk dünyasında birbirinden önemli çok çeşitli hizmetleri üstlenerek, günümüzde modern devletin yapmakta olduğu çok sayıda kamusal görevi yüzyıllarca başarıyla yerine getirmişlerdir. Vakıflar, aynı zamanda, servetin zengin kesimlerden toplumun daha fakir kesimlerine doğru akışını önemli ölçüde gerçekleştirerek sosyal dengelerin kurulmasında ve sosyal bütünleşmenin sağlanmasında, içtimaî barışın sürekliliğinde, sınıf çatışmalarının önlenmesinde, kamunun hizmet taleplerinin yerinde karşılanmasında, siyasî ve ekonomik istikrarın sağlanmasında da merkezî yönetimlerin en büyük yardımcıları olmuşlardır.

Vakfın özünde bulunan yardımlaşma ve dayanışma duygusu, Türkler’in İslamiyet öncesindeki geleneklerinde de görülen bir sosyal özellik olduğundan Müslüman olduktan sonraki dönemde de vakıf ve yardımlaşma anlayışı “Allah Rızasını” kazanma isteği ile çok daha güçlenerek, genişlemiştir. Bu durum; vakfın belirli toplulukları kapsamasından çok, bütün insanları, hatta hayvanları ve doğayı da içine alacak şekilde genişleyerek enginleşmesine vesile olmuştur.

Türklerin, İslamiyet öncesinden gelen adet ve gelenekleri;  vakıf anlayışı ve kültürünün bir medeniyet haline gelmesinde önemli katkılar sağlamış, İslâmiyet ile birlikte bu altyapı, semavî değerler ve evrensel ahlakî ilkelerle inceden inceye işlenerek daha da geliştirilmiştir. Vakıfların hizmetlerinden veya menfaatlerinden yararlanabilmek için ne etnik ne dinî, ne de cinsiyet ve sosyal statü olarak bir ön şart aranmamış, hayır hususunda kesinlikle ayrımcılık ve bölgecilik yapılmamıştır.

Diğer bir ifadeyle, Osmanlı'ya kadar hiçbir devlet, dil, din, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan bütün halkının huzur ve mutluluğunu sağlayacak âdil devlet adamı prototipini ortaya koyan ve ülke kaynaklarının toplumun bütün kesimleri arasında makûl ölçülerde paylaşılmasına imkân sağlayan bir sistemi kurarak en müreffeh şehirlerin kurulmasını sağlayamamıştır. Bunun yanı sıra, vakıf kurumunun maddî-manevî kudretinden de tarihte hiçbir ulus Osmanlılar kadar yararlanamamıştır.

Osmanlı insanının günlük hayatında hemen her gün karşılaştığı ve yararlandığı cami, medrese, hastane, han, hamam, köprü, çeşme, su tesisi, imarethâne gibi kamusal nitelikli kurumların neredeyse tamamı, padişahlar ve diğer yönetici zümreler ile bunların yakınlarınca hayrat olarak yaptırılmış, bunların hizmetlerinde sürekliliği sağlamak üzere gelirlerini temin eden kervansaray, bedesten, dükkan, bağ, bahçe gibi diğer mal ve mülkler de akar olarak vakfedilmiştir. Böylece yalnızca Allah Rızası için kurulan vakıflar ve vakıfların topluma sunduğu hizmetler yıllar hatta yüzyıllar boyunca yaşatılabilmiştir.

Günümüzde modern devletin yüklendiği kamusal hizmetlerin neredeyse tamamı Osmanlı’da vakıflar eliyle yerine getirilmiş, sahip oldukları maddî imkânlara rağmen “hayr u hasenat kültürüne” katkıda bulunmayanlara cemiyet tarafından iyi gözle bakılmamıştır.

Vakıflar kanalıyla, toplumsal servetin önemli bir bölümü, hukuken bir daha geri dönmesi mümkün olmayacak şekilde toplumun en zengin tabakalarından en alt tabakalarına ulaşacak şekilde; bir başka deyişle özel mülkiyete konu olmaktan çıkartılarak toplumsal mülkiyet kategorisine aktarılmıştır. Üstelik bu aktarımın, açık bir zorlama olmaksızın, gönüllü bir şekilde yapıldığı düşünüldüğünde, vakıf konusundaki şuurun ve duyarlılığın Osmanlı döneminde bütün medeniyetleri geride bırakan bir çıtaya ulaştığı görülebilir.

Bundan dolayıdır ki Osmanlı medeniyeti, "vakıf medeniyeti" olarak nitelendirilmiştir.       

Evliya Çelebi, XVII. yüzyıldaki Osmanlı vakıf eserler hakkında, "..ben elli yılda 18 padişahlık ve krallık yere seyahat ettim, hiçbir yerde bu kadar hayrat görmedim" diye yazacaktır.

Sağlıkla ve sağlıcakla kalın.                                              

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve dorukmedya.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.